“Bir Mektubun Sessizliği: Kudüs’ten Ankara’ya Yazılan ve Zamanın Yankısına Karışan Satırlar”

“Tarih, sadece yazılanlar değil; yazılıp da cevapsız bırakılanlardır.”

Kudüs: Sükûtun Ateşi1937 yazı…

Ortadoğu kaynıyor. Filistin, İngiliz mandası altında parçalanmanın eşiğinde. Siyonist göç hız kazanmış, kutsal topraklarda Araplar ile Yahudiler arasında demografik bir savaş çoktan başlamış. Ve işte bu cehennemin tam ortasında, bir adam, kalemine tüm ümmetin feryadını yükleyerek 13 sayfalık bir mektup kaleme alıyor. Kudüs’ün Büyük Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî.

Bu mektup; ne bir diplomatik ricadır, ne de kuru bir serzeniş. Bu, satır aralarında tarihî uyarılar taşıyan, coğrafyanın damarlarına sızmış bir bilgelikle yazılmış, hayatı bir çağrıdır. Adresi ise, uzaklarda bir yerde, Anadolu’nun merkezinde devletini yeni kurmuş olan adamdır: Mustafa Kemal…

“Mektuplar bazen kâğıda yazılmaz; milletlerin hafızasına kazınır.”

Mektubun Ruhu: Kelimelere Saklanmış Kehanet

Müftü, mektubunda açıkça şunları söyler:

• Yahudi göçünün bölgeyi demografik olarak değiştireceğini,

• Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın tehlikede olduğunu,

• İngilizlerin Arap topraklarında büyük bir oyun oynadığını,

• Filistin’in taksim planının, İslam dünyasının felaketi olacağını…

Bugün bu tespitlere dönüp bakıldığında, her biri doğrulanmıştır. Filistin işgal altındadır. Kudüs, resmen olmasa da fiilen bölünmüştür. Mescid-i Aksa, sürekli baskı altındadır. Arap halkı sürgünde, Müslümanlar seyirci kalmış, dünya ise alışmıştır.

“Bir millet, geleceğini unutursa; geçmişin çığlıklarıyla uyanır.”

Mektup; sadece bir liderden yardım istemek de değil, onu ‘vicdanın sesi olmaya’ davet etmektedir. Müftü, Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yalnızca bir devlet olarak değil, ümmetin son yanan kandili olarak görmektedir ve bu yüzden satır aralarındaki hürmet bile stratejiktir: “Ey Başkomutan… Ey hilafetin son izini taşıyan lider… Ey ümmete hâlâ umut olan adam… mealinde vesaire vesaire…

Peki Ankara Ne Yaptı?

Ankara sustu. Bu mektuba resmî bir yanıt verilmedi bile. Dışişleri arşivlerinde bir cevap metni dahi yok. Neden mi? Çünkü Türkiye, o dönemde Lozan’la kazandığı dengeyi korumak zorunda hissediyordu kendini. Uluslararası konjonktür; Filistin gibi bir dosyaya dahil olmayı değil, uzak durmayı gerektiriyordu genç Cumhuriyet için… Türkiye henüz Hatay sorununu bile çözememişti ve sınırlar hassastı, dahası sınırlar kadar iç dengeler de…

Ve asıl perde arkası: Hacı Emin el-Hüseynî’nin Almanlarla kurduğu temaslar ilerleyen yıllarda onu “şüpheli bir figür” hâline getirmişti. 1940’lara gelindiğinde Müftü, Hitler ile aynı karede görülecekti. Ama 1937’de bu bağ henüz o kadar da açık değildi. Ankara’nın cevapsızlığı, hem temkinin hem de “rejim hassasiyetinin” ürünüydü bir yerde. Zira Müftü, hilafetçi kimliğiyle devrim sonrası Cumhuriyet ideallerine uzak bir çizgide durmaktaydı…

“Bazen bir cevapsızlık, bin kelimelik diplomatik metinden daha ağırdır.”

Stratejik Sessizlik: Cevap mı, Tavır mı?

Mustafa Kemal, hiçbir zaman konjonktürü hesaba katmadan hamle yapan biri olmadı. O, söylenmesi gerekeni doğru zamanda söylemeyi bilirdi kendi stratejik zekasına göre … Müftü’nün mektubu geldiğinde, Türkiye içeride laik reformlarını yerleştirme çabasındaydı; dışarıda ise yalnız kalmamak için tarafsızlıkla denge yürüyüşü yapıyordu. Bugünün şartlarıyla Mustafa Kemal doğru mu yapıyordu ya da yanlış mı yapıyordu yargısı anlamsız olur ( Fatih Endülüs’ün yardım çığlıklarına kulağını tıkamıştı denilebilir mi ya da Halil Killigil paşa Filistin’e kendi kurduğu silah fabrikasından silah yardımında bulunduğu için İngilizler tarafından fabrikasıyla havaya uçurulurken dönemin müktediri buna göz yumdu diyerek çıkılabilir mi işin içinden kolaycılığa kaçarak… Devlet kurmak da yönetmek de zor iş vesselam…) fakat bir gerçek var ki Müftü tespitlerinde haklı çıktı… Bu sebeple o mektuba verilen “cevap”, aslında verilmeyen cevaptı ve bu, basit bir görmezden gelme değil, “stratejik bir suskunluk” idi.

“Bazen en büyük diplomasi, susarak yürütülür.”

Bugün Ne Anlıyoruz?

Bugün, Müftü’nün mektubu geçmişten gelen bir mektup değil; geleceğe yazılmış bir belge gibi okunmalıdır. İçindeki uyarılar, bugünün manzarasında haklı çıkmıştır. Filistin harabedir. Kudüs baskı altındadır. İslam coğrafyası paramparçadır ve bu mektup, hâlâ cevap beklemektedir dahi o cevabı verecek olan da bizleriz. Kalemimizle, sözümüzle, duruşumuzla…

“Geçmişin cevapsız kalan çağrısı, bugünün vicdanında yankılanırsa; işte o zaman tarih yeniden yazılır.”

Sonuç Yerine

Bu 13 sayfalık mektup, bir halkın, bir coğrafyanın ve bir medeniyetin çığlığıdır. Cevap verilemedi belki ama bugün hâlâ o yankı kulaklarımızda çınlıyor. Mektuplar bazen cevap bulamaz ama bir milletin hafızasında kök salar ve bugün, zaman bize şunu fısıldıyor:

“Tarih, cevapsız mektuplarla büyür. Ama milletler, o mektupları yeniden okuyup cevaplayabildiği gün Selahattin’lerin zafer günüdür…”

Gürkan KARAÇAM

#filistin #tarih #anlamak #içindir #yargılamakicindeğil

Yorumlar

Yorum bırakın