Sana sesleniyorum zeki insan… Bu hikâye açlıkla ilgili değil. Bu hikâye, açlığa nasıl karar verildiğiyle ilgili çünkü tarih, yiyeceğin bittiği anları değil; merhametin askıya alındığı anları yazar.
İrlanda’da patates tarlaları karardığında, toprak ölmedi. Ölen, öncelik listesiydi. Limanlar açıktı, gemiler doluydu, ticaret akıyordu…
O hâlde basit ama çok rahatsız edici bir soruyla başlayalım: Gıda varken insanlar neden öldü? Eğer gıda vardıysa, açlık nerede üretildi? Açlık üretildiyse, bu üretimin sahibi kimdi?
Cevap bizi masaya götürür çünkü her büyük felaket, bir masada “ertelenebilir” bulunduğu için büyür.
Londra’da tahtta Victoria vardı. Bu bir kişilik meselesi değildi; bu bir yönetim aklı meselesiydi. Sorulan soru şuydu: “Bu kriz düzeni bozar mı?” Düzeni bozuyorsa, kriz çözülür. Düzen tıkırındaysa, insan hesaptan düşer.
Burada sana net bir gerçek bırakıyorum zeki insan: Açlık, yiyeceğin yokluğuyla değil, insanın öncelik olmaktan çıkarılmasıyla başlar. İnsan öncelik olmaktan çıkınca ne olur? Ölüm sayıya dönüşür. Sayı olunca vicdan susar. Vicdan susunca düzen devam eder.
İrlanda’da çocuklar sessizleşti. Sessizlik neden ürkütücüdür, biliyor musun zeki insan? Çünkü bağıran hâlâ umut eder. Sessizleşen, artık karar defterinden silinmiştir.
Şimdi aynı soruyu başka bir masaya soralım.
İstanbul. Tahtta Sultan Abdülmecid vardı. Osmanlı güçlü de değildi aksine borçluydu. Yorgundu. Ama kritik bir fark vardı: İnsan, muhasebe kalemi değildi ve karar alındı: İrlanda’ya yardım gönderilecekti.
Burada dur. Bu karar kime kazandırdı? Ticarete mi? Hayır. Siyasete mi? Hayır. Güce mi? Hayır. O hâlde neden alındı?
Kognitif mimari, bir devletin kriz anında “yapabilirim” ile “yapmalıyım” arasındaki çizgiyi nereye çektiğidir.
İngiltere “yapabilirim” bile demezken Osmanlı “yapmalıyım” dedi. Şu gerçeği saklamayalım: Aynı denizde iki farklı akıl vardı. Birinde kâr taşındı. Diğerinde vicdan ve bazı kararlar kazandırmaz; kim olduğunu ilan eder.
Zaman geçer ama hafıza geçmez. Çünkü hafıza doğrusal değildir; yankılıdır. Lozan’da masalar kurulduğunda, İrlandalıların Türkiye’ye yakın duruşu bir jest değildi. Devletler unutmaz, zeki insan. Hele ki en çaresiz anında kimin kapıyı açtığını hiç unutmaz.
Buradan bugüne geliyoruz; kopmadan, yumuşatmadan. ABD’deki İrlanda lobisi neden güçlü? Sadece nüfus mu? Sadece siyaset mi? Yoksa nesiller boyunca diri tutulan bir acı ve hafıza mı? Hafıza güçse, bu güç nasıl stratejiye dönüşür? Ve daha zor soru: Türkiye, elindeki bu tarihsel vicdan pozisyonunu neden bugüne kadar kurucu bir anlatıya dönüştürmedi?
Ulusal güvenlik, sadece sınırları değil, anlam alanını koruma sanatıdır. Anlam alanını kaybeden, masada yer bulsa bile yön kaybeder. İşte bu hikâye, Türkiye için bir anlam kaldıracıdır ve tam bu noktada, yazı yetmez. Çünkü bazı hakikatler anlatılmaz; yaşatılır. Bunun dili de sinemadır.
Ödüllü yönetmen Ömer Sarıkaya’nın film projesi, açlığı anlatmak için değil; açlığın nasıl mümkün kılındığını göstermek için vardır. Bu film yoksulluğu sergilemez; öncelik hiyerarşisini ifşa eder. Osmanlı’yı yüceltmez; ama ayırt eder. İngiltere’yi suçlamaz; ama kararı görünür kılar.
Destek neden hayati?
Çünkü bu bir film yatırımı değil, anlatı yatırımıdır. Çünkü bu film: Türkiye’ye kültürel diplomasi alanı açar, ABD’de güçlü bir hafıza hattına temas eder, Uluslararası festivallerde sessiz ama sarsıcı bir pozisyon üretir ve Türkiye’yi anlatan dili reaktif değil, kurucu hâle getirir.
Son soruyu bırakıyorum; çünkü bu soru cevap istemez, karar ister: Zeki insan!
Bu hikâyeyi bilip de görünür kılmamak bir ihmal midir, Yoksa bilerek seçilmiş bir suskunluk mu?
Gürkan KARAÇAM
#irlandakıtlığı #victoria #abdulmecid #ingiltere #osmanlı #türkiye #lozan

Yorum bırakın