Düşünen zeki insan sen bilirsin: Hiçbir tank, bir cümlenin açtığı yolu tek başına kapatamaz ve hiçbir füze, bir kavramın zihinlerde kurduğu tahkimatı doğrudan yıkamaz. Çünkü güç; en başta nereye bakacağımıza, neyi tehdit sayacağımıza ve neyi normalleştireceğimize karar veren görünmez bir mimaridir. O mimarinin adı çoğu zaman söylenmez; ama etkisi her yerde hissedilir. Soru basit gibi görünür: Dünya gerçekten silahla mı yönetiliyor, yoksa silahın ne zaman meşru sayılacağını belirleyen cümlelerle mi?
Düşünen zeki insan, istihbaratın yalnızca bilgi toplamak olmadığını çok iyi bilir. İSTİHBARAT, HANGİ BİLGİNİN BİLGİ SAYILACAĞINA KARAR VERME SANATIDIR. Peki bu karar nerede alınır? Rapor masalarında mı, yoksa kelimelerin dizildiği cümlelerin içinde mi?
Bir kavram “tehdit” diye adlandırıldığında, henüz tek bir operasyon yapılmadan hangi kapılar kapanır, hangileri açılır? “Güvenlik” dediğiniz şey gerçekten güvenlik midir, yoksa itirazı susturmak için seçilmiş steril bir kelime mi?
Ulusal güvenlik dediğimiz alan, çoğu zaman askerî haritalarla anlatılır. Oysa asıl harita zihinlerin içindedir. Bir toplumun neyi olağan, neyi olağanüstü gördüğü; neye sabrettiği, neye öfkelendiği; hangi bedeli kaçınılmaz saydığı… Bunların hiçbiri kendiliğinden oluşmaz. Burada karşımıza sessiz ama son derece etkili bir güç çıkar: KOGNİTİF HEGEMONYA. Bir tanım yapayım; çünkü tanım yapılmadan konuşulan her konu, konuşanı zayıflatır. Kognitif hegemonya, bir toplumun düşünme çerçevesini, soru sorma refleksini ve cevap verme sınırlarını görünmeden belirleme kudretidir. Bu kudret, silah kullanmaz; istediği yerde silah kullanılmasını makul gösterir.
Şimdi soruyorum: Bir ülke neden bazı savaşlara “operasyon”, bazılarına “işgal” der? Neden bazı ölümler “kaçınılmaz kayıp”, bazıları “insanlık suçu” olarak kayda geçer? Bu ayrımı kim yapar? Haber bültenleri mi, akademik raporlar mı, yoksa daha derinde işleyen bir cümle mühendisliği mi? Düşünen zeki insan burada tesadüfe yer olmadığını fark eder. Çünkü kelimeler rastgele seçilmez; kelimeler seçilir.
İstihbarat servisleri, sahada ajan çalıştırmadan önce masada kavram çalıştırır çünkü bir toplumu hazırlamadan yapılan hiçbir operasyon kalıcı başarı üretemez. O yüzden önce “tehdit algısı” inşa edilir. Bir tanım daha yapayım: Tehdit algısı, tehlikenin kendisi değil; tehlikenin nasıl anlatıldığıdır. Bir tehdit, doğru kelimelerle anlatıldığında büyür; yanlış kelimelerle anlatıldığında görünmez olur ve ulusal güvenliğin kaderi çoğu zaman bu anlatımın içinde gizlidir.
Peki biz neyi kaçırıyoruz? ŞUNU: Cümleler yalnızca anlatmaz, yönlendirir. Bir cümle, hangi sorunun sorulabileceğini belirler. Soruyu belirleyen, cevabı da belirler. İşte bu yüzden kazanan taraf çoğu zaman cevabı veren değil, soruyu kurandır.
Bir topluma “Nasıl daha güvenli oluruz?” diye sorduğunuzda alacağınız cevapla, “Kime karşı korunuyoruz?” diye sorduğunuzda alacağınız cevap aynı değildir. Birinci soru teknik çözümler üretir; ikinci soru düşman üretir. Hangisi daha hızlı mobilize eder? Hangisi daha kolay yönetilir?
Düşünen zeki insan kognitif hegemonya çağında savaşların önce kelimelerle başladığını görür. Bir ülke hedef alınmadan önce itibarsızlaştırılır, tanımsızlaştırılır, yalnızlaştırılır. Önce “sorunlu”, sonra “istikrarsız”, ardından “müdahale edilebilir” hale getirilir. Bu askerî süreçten çok bir dil sürecidir. Dil çöktüğünde, sınırlar zaten delinmiştir.
Burada kritik bir soru daha sorayım: Biz kendi cümlelerimizin sahibi miyiz? Yoksa başkalarının kurduğu kavramlarla kendimizi mi savunmaya çalışıyoruz? Akıldan çıkarılmamalıdır; ulusal güvenlik yalnızca dış tehditlere karşı değil, zihinsel işgale karşı da savunma üretmek zorundadır. Yine bir tanım yapayım: Zihinsel savunma, bir toplumun kendi kelimeleriyle düşünme ve kendi sorularını sorma kapasitesidir ve bu kapasite kaybolduğunda, en gelişmiş silahlar bile geç kalmış sayılır.
Kalem bu yüzden tehlikelidir düşünen zeki insan. Çünkü kalem, bir orduyu harekete geçirmeden önce bir toplumu ikna eder. Kalem, kurşun atmadan önce vicdanları hizaya sokar. Kalem, hukuku yazıya döker, meşruiyeti cümleyle kurar, itaati mantık süsüyle paketler. Düşünen zeki insan şunu fark eder: Kalem masum değildir; ama bilinçli eldeyse adildir.
O halde mesele “kalem mi kılıç mı” meselesi değildir. Mesele, kalemi kimin tuttuğu ve hangi cümleyi kime karşı kurduğudur. Sonuç olarak kognitif hegemonya çağında bağımsızlık, yalnızca sınırları korumakla değil; kavramları korumakla mümkündür ve kendi tanımını yapamayanlar, başkasının güvenlik mimarisinde figüran olur.
Son bir soru bırakayım zihinlere: Eğer bugün dünyayı yönetenler önce cümleleri ele geçiriyorsa, biz hâlâ neden sadece sonuçlarla tartışıyoruz?
Belki de asıl güvenlik açığımız, sorularımızın yerli ve milli olmayışıdır. Düşünen zeki insan sen bilirsin; soruyu düzelttiğinde, cevap kendiliğinden hizaya girer. Ve Kalemi hafife alanlar için tarih acımasızdır. Çünkü tarih, en çok cümleleri kaybedenleri yazar.
Gürkan KARAÇAM
#kalem #dünya #kognitif #işgal #teslimolmuyoruz #taaruzediyoruz

Yorum bırakın