Düşen Bir İHA Değil, Düşürülmek İstenen Karar Zinciridir

Düşünen insan, bu yazı bir varsayımdan değil, herkesin bildiği iki somut olaydan yola çıkıyor. Olaylar; Türkiye sınır hattında bir İHA’nın düşmesi ile aynı dönemde Suriye–Irak ekseninde Türkiye’yi angajmana zorlayan gelişmelerin eş zamanlı yaşanmasıydı. Olaylar bunlar. Ne eksik ne fazla. Ama asıl mesele, bu olayların kendisi değil.

ASIL MESELE ŞU: Bu olaylar Türkiye’ye neyi yaptırmak, neyi geciktirmek, neyi tartışmalı hâle getirmek istiyor? Çünkü çağımızda hiçbir stratejik baskı “şuraya vurayım” diye kurulmaz. Stratejik baskılar, devletlerin karar zincirlerine dokunarak işler. Ve karar zinciri dediğimiz şey, tek bir düğmeden ibaret değildir. O zincirin halkaları vardır.

Şimdi birlikte düşünelim. Bir devlet için ilk halka tehdit tanımıdır. Bir olay ne zaman tehdit sayılır, ne zaman “olağan” kabul edilir? Bu çizgi bulanıklaştırıldığında ne olur? Tehdit eşiği aşağı çekilirse her şey tehdit olur; yukarı çekilirse hiçbir şey. Her iki durumda da karar alma sağlıklı işlemez. Peki bu tür olaylar, tam da bu tanımı esnetmeye mi çalışıyor?

İkinci halka tepki zamanlamasıdır. Bir devlet ne kadar hızlı cevap verir, ne kadar bekler, ne zaman sessiz kalır? Hız her zaman güç müdür, yoksa bazen acele, başkasının yazdığı takvime uymak mıdır? Bir refleks ne zaman iradedir, ne zaman otomatikleşmiş bir alışkanlık hâline gelir? Bu olaylar, Türkiye’nin “hemen mi, sonra mı, hiç mi?” kararını zorlamıyor mu?

Üçüncü halka kararın dilidir. Verilen cevap kime konuşur? Sahadaki unsura mı, yoksa seni izleyen tüm aktörlere mi? Bir karar açıkça mı sergilenir, yoksa sessizce mi uygulanır? Her görünürlük güç müdür, yoksa bazen görünürlük, başkasının aradığı şey midir? Bu tarz hadiseler, Türkiye’yi hangi dili kullanmaya mecbur bırakmak istiyor?

Dördüncü halka siyasi ve askerî eşgüdümdür. Sahada verilen bir karar, söylemle uyumlu mu? Yoksa söylem kararın önüne mi geçiyor? Bir devletin kapasitesi kadar, o kapasiteyi hangi söylemin taşıdığı da önemlidir. Bu olaylar, Türkiye’nin kararını değil; karar ile söylem arasındaki mesafeyi mi ölçüyor?

Beşinci halka ise en kritik olanıdır: SEÇENEK ALANI. Bir devletin önündeki seçenekler daraltıldığında ne olur? Sürekli benzer türde baskılarla aynı karar noktasına itilen bir ülke, bir süre sonra gerçekten karar mı verir, yoksa itildiği yere mi gider? İşte burada mesele, tek bir olay değil; olayların seni aynı yöne doğru alıştırmasıdır.Şimdi kendimize şu soruyu soralım: Bir devleti savaşa sokmak için büyük bir saldırı mı gerekir, yoksa onu taraf olmaya zorlayacak küçük ama süreklilik arz eden baskılar mı daha etkilidir? Bir devleti köşeye sıkıştırmak, cephede mi olur, yoksa karar masasında mı?

Düşünen insan şunu fark eder: Bu tür olaylar Türkiye’den “yanlış” bir karar istemiyor. Tam tersine, doğru kararı yanlış bağlamda vermesini istiyor. Çünkü stratejik tuzaklar, çoğu zaman hatayı değil, aceleyi hedef alır ve en hayati soru şudur: Türkiye her teste cevap vermek zorunda mıdır? Yoksa bazı testleri anlamsızlaştırmak, cevap vermekten daha güçlü bir tercih midir?

Sessizlik her zaman boşluk değildir düşünen insan. Bazı sessizlikler vardır ki, karşı tarafın bütün hesaplarını bozar. Ama bu, pasiflik değil; bilinçli bir kontrol gerektirir. Refleks değil, irade ister.O yüzden bu yaşananlar ne basit bir tesadüftür, ne de bir savaşın başlangıcıdır. Bu, Türkiye’nin tehdit tanımını, tepki zamanlamasını, karar dilini, söylev ve kapasite uyumunu ve seçenek alanını aynı anda yoklayan bir süreçtir.

Düşen bir hava aracı olabilir…

Ama asıl tartılan şey, Türkiye’nin nasıl karar verdiği ve çok daha önemlisi vereceğidir ve unutma düşünen insan: Bu çağda kaybedenler, vurulanlar değil; kendisine hangi kararın uygulatılmak istendiğini fark edemeyenlerdir.

Gürkan Karaçam

Yorumlar

Yorum bırakın