Zeki insan, bir yazarın aynı mesele etrafında neden yıllarca dolaştığını fark eder. Çünkü hakikat, tek seferde söylenmez; tekrar tekrar savunulur. Soruyu o yüzden en baştan ve açık sorayım: Benim kalemim yüzlerce manevrada neden hep aynı gerçeğin etrafında çırpınıyor sanıyorsun? Alışkanlık olduğu için mi, yoksa hakikat en çok kaçılan yer olduğu için mi?
Bazı okuyucular bu ısrarı sevmez. Çünkü ısrar, konforu bozar. Kimileri yazılarıma “rahatsız edici netlik” der, kimileri “soğuk ama kaçınılmaz” diye not düşer. Bir okurum yıllar önce şöyle demişti: “Bu yazılar cevap vermiyor, insanın elindeki cevapları elinden alıyor.” Haklıydı. Çünkü zeki insan bilir: Asıl mesele cevaplar değil, sorulardır. Yanlış cevaplar tartışılır; yanlış sorular yerleşir. Yerleşen yanlış sorular ise bir toplumun ufkunu daraltır.
“Ulus devletler bitiyor” cümlesi de işte bu yerleşmiş yanlış algılardan biridir. O kadar çok tekrarlandı ki artık sorgulanmıyor. Oysa ben yıllardır aynı noktaya işaret ediyorum: Bir cümle ne kadar sık tekrarlanıyorsa, o kadar dikkatle incelenmelidir. Çünkü bazı cümleler açıklamak için değil, düşünmeyi durdurmak için üretilir.
Ulus devlet meselesini romantik ya da ideolojik bir alana sıkıştırmak büyük bir hatadır. Ulus devlet bir duygu değil, bir çerçevedir. Bir toplum adına karar alma yetkisinin nerede başladığını ve nerede bittiğini belirleyen siyasal bir sınırdır. Bu sınırı bulanıklaştırdığınızda özgürlük artmaz; sorumsuzluk artar. Sorumsuzluk arttığında ise en güçlü olan değil, en kurnaz olan kazanır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Şimdi zeki insan için rahatsız edici ama kaçınılmaz bir soru soralım: Eğer ulus devletler gerçekten bitiyorsa, neden dünya aynı anda bu kadar çok çözülemeyen krizle boğuşuyor? Neden sorunlar kapanmak yerine üst üste birikiyor? Neden herkes konuşuyor ama kimse yönetemiyor? Çünkü sorun ulus devlette değil; yönetme iddiasında. Daha açık söyleyeyim: Sorun, dünyayı tek bir akılla yönetebileceğini sanan zihniyetin kendisinde. Ben bunu ilk kez söylemiyorum. Yıllardır aynı çizgide şunu anlatmaya çalışıyorum: Düzen, sorun çıkmaması değildir. Düzen, sorun çıktığında onu yönetebilme kapasitesidir. Bugün yaşadığımız tablo bir düzen tablosu değil, bir kapasite kaybı tablosudur. Kapasite kaybolduğunda ise suçlu aranır. En kolay suçlu da “eski” ilan edilen kavramlar olur. Ulus devlet bu yüzden hedef tahtasına konur. Bazı okuyucular bu yazılarıma “akıl sertliği” adını taktı. Çünkü burada teselli yoktur. Çünkü burada alkış bekleyen cümleler yoktur. Çünkü burada şu gerçeği kabullenmek zorunda kalırsın: Bir sistem çökerken önce kavramları çürür. Kavramlar çürüdüğünde, gerçekler hâlâ yerinde durur ama onları görecek göz kalmaz.
Küresel akıl dediğim şey; dünyayı belli kurallar, kurumlar ve anlatılarla yönetebileceğine inanan zihniyettir. Bu zihniyet uzun süre iş gördü. Ama zaman değişti. Toplumlar daha parçalı, daha tepkisel ve daha bilinçli hâle geldi. Teknoloji hızlandı, bilgi çoğaldı, itiraz görünür oldu. Küresel akıl ise kendini yenilemek yerine, kendi kusursuzluğuna inandı. İşte çöküş tam da burada başladı. Çünkü hiçbir akıl, eleştiriyi düşmanlık sandığı sürece ayakta kalamaz.
Zeki insan şunu fark eder: Gerçeklik, anlatılardan daha inatçıdır. Gerçekliği bastırabilirsiniz ama ikna edemezsiniz. İkna edemediğiniz yerde baskı devreye girer. Baskı devreye girdiğinde ise düzen değil, direnç üretilir. Bugün dünyanın birçok yerinde gördüğümüz şey tam olarak budur.
Türkiye’ye gelince… Yıllardır yazdıklarımı okuyanlar bilir, ben Türkiye’yi ne efsaneleştirdim ne küçümsedim. Türkiye bir sembol değil, bir eşiktir. Birden fazla fay hattının kesiştiği bir alandır. Böyle ülkeler sessiz kalmaz, sessiz bırakılmaz. O yüzden Türkiye ya “örnek” diye parlatılır ya “tehdit” diye karalanır. Çünkü eşikler, dengeleri bozar.
Türkiye hakkında en sık sorulan ama en az işe yarayan soru şudur: Güçlü mü, zayıf mı? Bu soru kolaydır, o yüzden sevilir. Zor olan soru şudur: Türkiye hangi koşullarda, hangi alanlarda ve ne kadar hızlı karar üretebiliyor? Güç bir süs değildir; bir sürekliliktir. Bugün var, yarın yok olabilir. Ama karar üretme kabiliyeti varsa, yeniden inşa mümkündür. Yoksa en parlak dönemler bile sessizce tükenir.
Batı’nın Türkiye’ye bakışında da asıl mesele çoğu zaman yanlış okunur. Mesele Türkiye’nin gücü değildir; mesele Türkiye’nin hizaya sokulamamasıdır. Çünkü hizaya sokamadığın aktör, plan bozar. Plan bozan aktör, rahatsızlık üretir. Rahatsızlık üreten her yapı, önce “sorun” ilan edilir. Bu yeni bir şey değildir; tarihin en eski refleksidir.
Bir okurum bu durumu şöyle özetlemişti: “Bu yazılar bir ülkeyi savunmuyor, bir aklı savunuyor.” Doğru. Çünkü mesele ülke değil; AKIL. Akıl zayıfladığında en güçlü ordular bile yönsüz kalır. Akıl diri kaldığında en zor şartlarda bile seçenek üretilebilir.
Şunu artık açıkça söylemenin zamanı geldi: Ulus devletler bitmedi. Biten şey, dünyayı tek merkezden yönetme kibiridir. Biten şey, karmaşık bir dünyayı basit kalıplarla açıklama rahatlığıdır. Dünya daha sert, daha hızlı ve daha parçalı bir hâle geldi. Böyle bir dünyada “ulus devlete gerek yok” diyenler, ilk krizde kime bakacaklarını şaşırır ve zeki insan için son soru şudur:
Biz gerçekten yanlış cevapların mı kurbanıyız, yoksa yıllardır yanlış sorularla mı oyalanıyoruz? Eğer sorun yanlış sorularsa ki öyle, çözüm daha yüksek sesle konuşmak değildir. Çözüm, daha doğru yerden sormaktır.
Zeki insan; benim kalemim yüzlerce manevrada neden hep aynı gerçeğe dönüyor sanıyorsun? Çünkü hakikat yer değiştirmez. Sadece ondan kaçanların yolu uzar. Ve tarih, uzun yolu değil; doğru yönü seçenleri hatırlar.
Gürkan Karaçam
#ulusdevlet #küreselakıl #küreselleşme

Yorum bırakın